Türkiye’de Ne İstediğini Bilme(me)nin Derin Acısı
Doğduğun ev kaderindir dizisinin adı nasıl dillerimize yerleştiyse, aslında bunu daha geniş anlamda doğduğun coğrafya kaderindir şeklinde de söylesek, günümüzde bizlerin durumunu anlatmak için kısa ve öz, tek bir cümleyi bulmuş oluruz. Yazım, aslında benim gibi gençlere. Aşk acısı çekenlere, yeni mezunlara, üniversiteye yeni başlayanlara, yeni ilişkiye başlayanlara, hatta dahasını sayamadığım her birine, birimize.
Ortalama bir orta sınıf çocuğunun ailesi, okutmak için varını yoğunu ortaya koyan ve tek hedefleri çocuklarının iyi eğitim alıp, kendileri gibi ezilmemelerini sağlamaktır. Bunu yaparken en önemli şeyi kaçırır ve hatta en önemlisini. Çocuğunun ruhsal ve psikolojik durumunu. Çocuğun yeteneklerini keşfetmesinden önce karnının doyması, çocuğun kendi hayallerinin peşinden gidebilmesinden önce kış için gerekli ve “pahalı” olan botun, montun alınması her zaman öncelik olunmuştur toplumumuzun ailelerinde. Bu durumda da aslında sürekli ailelerine karşı borçlu hisseden, ezilmişlik psikolojisi ile büyüyen ve sürekli başarılı olma zorunluluğu hisseden gençler, yani bizler, belki de 20’li yaşlarla beraber o varoluşsal krizlerle tanışıp, bir yanda bize verilen değerlerle bir yandan kendi isteklerimizi örtüştürmeye çalıştırdıkça ve bunu başaramadıkça akıp giden sürecin içinde kaybolmamak için debelenen kuşak olarak toplumun ürünü haline geldik. Toplumun ürünü diyorum çünkü eğer bizler, kendi değerlerimizi oluşturamamış ve kendi farkımızı, çizgimizi, kapasitemizi ortaya koyamamışsak ortada var olmayan benliği sorgulamak ve aramak yerine, ürün olduğumuzu kabul etmemiz gerekir.
Toplumun en küçük kurumsal yapısı olan ailenin verdiklerinden dışarı çıkmadığımızda, kendimizi keşfetmediğimizde veya düşünmediğimizde ne kadar birey ne kadar toplumun ürünü olmaktayız? Hayat uçsuz bucaksız ve her hatayı yapacak kadar uzun değil ömrümüz. Bu ailelerin çocukları, hata yapma lüksünden de yoksun olarak büyüyorlar. Çünkü hata yapıp, kaybedemezler. Düşemezler, bırakamazlar, vazgeçemezler. İçlerindeki küçücük umut ve ailelerine karşı hissettikleri o borçluluk duygusu arasındaki sıkışmışlıkta, motivasyonlarını ararlar. O motivasyonu bulmaya da mecburlar, eğer bulamazlarsa daha sıkıntılı bir varoluş krizinin ortasında kendilerini bulurlar ki bu da aslında hayatın sorgusuna, var olmanın gerekliliğinin nedenlerine iter bireyi. Bu aşamadan sonra ise hiçbir şey aynı olmaz.
Artık, hayatta bireyi tatmin etmek ve gerçekten birey olduğunu hissedebilmesi için kendi ihtiyacı olan şeyi yapmalı ve kendini gerçekleştirmek zorunda. Aksi halde ömür boyu acı ve ıstırap vicdanında olacak ve hayattaki yerinden emin olamayışı her sabah kalktığında aklına düşecektir. Tam da böyle bir krizin ortasından yazıyorum ben de.
Hayatım boyunca sanata dair derin düşkünlüğümü kalbimde taşıdım, şimdi ise sanattan çok uzak bir noktada hayatımı inşa ediyorum. Ne mutlu zorunluluklarıyla isteklerini ortak noktada birleştirebilen insanlara ve onların güzel hayatlarına..